Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu -->

9 Ekim 2023 Pazartesi

TAKVİM 19

1 Reenkarnasyon nedir? İslam dininde reenkarnasyona inanmak caiz midir?

Ruh göçü ya da tenasüh diye bilinen reenkarnasyon; ölen bir kimsenin ruhunun bir başka varlığa (hulûl) geçmesidir. Hint inancına göre, ruh ölümle birlikte yok olmayıp başka bir bedende yaşamaya devam ederken; ilâhî dinlerde, bu inanışın yeri yoktur. Ruh ile ölüm sonrası hayatın mahiyet ve keyfiyeti, ğaybî konulardan olup akılla değil ancak bir Peygamber haber vermesiyle anlaşılabilir. Âyet ve hadislerde “ruh göçü”nü doğrulayan ya da buna işaret eden bir delil yoktur. Kur’an-ı Kerîm’de, ölen bir kimsenin dünyaya tekrar geri dönemeyeceği açıkça ifade edilmiştir: “Onlardan birine ölüm gelince; ‘Rabbim, beni terk ettiğim dünyaya geri çevir, belki yapmayıp noksan bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim’, der. Hayır, bu onun kendi sözüdür. Diriltilecekleri güne kadar arkalarında bir engel vardır.” (Mü’minûn, 23/99-100) İslâm’a göre “ruh göçü” ya da ölümden sonra ruhun başka bir bedene intikali, diğer bir varlıkta yeniden doğması veya bedenlenmesi inancı batıldır.


2 Hasbünallah" Ya Hasib

İnsan; “Her şeyi saymışçasına bilen ve hesaba çeken.” (Nisâ, 4/6); “yüce ve şerefli olan”; "yeten, kâfi gelen"; hasîb olan Allah’a (c.c.) "hasbünallahü ve ni’mel-vekîl" (Allah bize yeter! O ne güzel vekildir.) zikri ile yakınlık kurmuş olur. Hasîb; yeterliliktir ve "kâfi" vasfı sadece herhangi bir hususta kendi kendine yeten Allah’a mahsustur. Hasîb olan Allah (c.c.), oluşu sayılabilecek her şeyi sınırsız ilmi ile saymışçasına kuşatır ve kullarının hiçbir yaptığını boşa çıkarmaz; bütün amellerini kaydeder. İyiliği mükâfatsız, kötülüğü cezasız bırakmaz. Hasb(ilik), İslam ile inananlar aleyhine yapılan faaliyetlere karşı Hz. Peygamber (s.a.s.) ile mü’minlerin manevi güçlerini korumalarını, ümitlerini yitirmemelerini ve Allah’ın kendilerini savunup koruyacağı şuurunu zinde tutmalarını sağlar. Buna inanan kul, itaat ve ibadetlerini “serîu’l-hisâb” (hesabı çabuk gören) (Bakara, 2/202) ve “esrau’l-hâsibîn” (hesap görenlerin en hızlısı) (En’âm, 6/62) Allah için yapar.


3 Ailede merhamet

Aile kurmak kadar aile olmak da önemlidir. Aile olmak, aynı duygu ve düşünce dünyasında buluşmaktır. Allah’ın rızası doğrultusunda bir ömrü paylaşmaktır. Sadece bu dünyada değil ahirette de bir arada olacağı bilinciyle yaşamaktır. Aile olmak, aileyi ayakta tutan değerlere sımsıkı sarılmaktır. Aileyi ayakta tutan değerlerin başında ise merhamet gelmektedir. Rabbimizin “Rahmân” isminin tecellisi olan merhamet; yaratılanı, Yaratandan dolayı sevmektir. Merhamet, hiçbir canı incitmemek ve hiç kimseden incinmemektir. Merhamet; paylaşmaktır, affetmektir ve hoş görmektir. Merhamet, yufka yürekli olmak, sevgi diliyle konuşmaktır. Günümüzde yüreklerimizi ve vicdanlarımızı merhametle eğitmeye ne kadar da muhtacız. Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in şu tavsiyesine kulak vermeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var: “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olandır. İçinizde ailesine karşı en hayırlı olan da benim.” O halde Allah’ın emri Peygamberimizin sünneti üzere kurduğumuz yuvalarımızı huzurla buluşturmak, aile olmak ve aile kalmak için gayret gösterelim.


4 Kainatın hakimi ve yöneticisi el-Vali

“Her şeyi yöneten, üstlenen, yardım eden, seven” Allah (c.c.), mahlûkatın bütün işlerini kusursuz olarak yoluna koyan ve gereği gibi yöneten; bütün varlıkların hükümranı ve onlar üzerindeki yegâne yetkilidir. O’nun hükümranlığı acımasızlık değil; tasarruf ve hâkimiyetinin yanı sıra sürekli bir nimet, yakınlık ve merhamet içerir. Vâlî, insanların işlerini, onların hayrına olarak, şefkat, ihsan ve merhametle yürütendir. Kur’ân-ı Kerîm’de Vâlî ismi sadece Ra‘d sûresi 11. ayette geçer. Öncesinde putlara taparak onların himayesini uman müşriklere meydan okunduktan sonra A‘râf sûresinin 196. ayetinde Efendimiz’in (s.a.s.) şahsında bütün müminlerden “…Bilin ki benim velim, kitabı indiren Allah’tır. O, iyileri koruyup kollar.” demeleri istenmektedir. İnsan; hâkimler hâkimi, yüce bir Vâlî’nin sicilini tuttuğunu, hayatta her hâlde O’na karşı sadakatsizlik, hadsizlik ve terbiyesizlikten sakınıp vazifelerinin değerlendirileceğini aklından çıkarmamalıdır.


5  Doğruluğuyla kurtuluşa eren sahabi: Ka'b b Malik (ra)

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) meşhur üç şairinden biri ve Hazrec’in Benî Selime kolundan olup, 598’de Medine’de doğdu. Kâ‘b, okuma-yazma ve hesap öğrenmişti. Evs-Hazrec arasındaki savaşlarda söylediği şiirlerle tanındı. Hicretten önce İslâmiyet’i kabul etti. 622’de Mekke’ye giden ensâr heyetindeydi. Ehl-i Suffe’den olup, Talha b. Ubeydullah veya Zübeyr b. Avvâm ile kardeş yapıldı. 17 yerinden yaralandığı Uhud Gazvesi’nde Kâ‘b, Rasûlüllah’ın zırhını; Rasûlüllah da onun zırhını giyindi. Tebük Seferi’nden geri kalması sebebiyle 50 günlük boykotun sonunda onun ve iki arkadaşının bağışlandığı bildiren (Tevbe, 9/117-118) âyetlerle aklanmıştı. Kâ‘b, Hz. Osman’ın (r.a.) yanında yer aldı; şehid edilince onu defnedenlerden biri olarak 3 uzun mersiye söyledi. Hz. Ali (r.a.) halife olunca, ona biat etmedi. Kâ‘b, 50 (670) yılında Medine’de vefat etti. Kırk beyitlik “nakîzalar” ile 584 beyitlik divanı bulunmaktadır. Kâ‘b’ın 80 hadis naklettiği bilinmektedir.


6 Bizim azımıza kendi çokluğuyla karşılık veren: eş-Şekur

Allah’ın isimlerinden olan eş-Şekûr “az da olsa kulun iyi amellerine fazlasıyla karşılık veren” anlamına gelir. Rabbimiz şükredilen şeyi kat kat artırır ve bu dünyada yaptığımız amellere karşılık ahiret âleminde sonsuz nimetler lütfeder. Kendisini “Şekûr” diye isimlendiren Yüce Allah kulların ibadet ve iyiliklerine “görevlerini yapıyorlar” diye bakmaz; bunları yeni bir lütuf vesilesi sayar ve kat kat karşılık verir. Şekûr isminin en büyük tecellisi şükreden bir kul olabilmektir. Nasıl Allah insanların az bir ameline çok büyük karşılıklar veriyorsa Şekûr’un tecelli ettiği kullar da gördükleri küçük iyilikleri bile büyük minnet duyguları ile karşılar ve ziyadesiyle mukabele etmeye çalışırlar. Şekûr ismi aynı zamanda hiçbir iyiliği küçük görmemek gerektiğini öğretir. Efendimizin bazı hadislerinde basit görülebilecek küçük iyiliklerin azaptan kurtulma ve cennete girme vesilesi olarak anlatılması Şekûr olan Allah’ın iyiliklerin miktarına değil, niteliğine baktığını gösterir. Bu da her vesileyle iyiliğe odaklanmamız için bizi teşvik eder.


7 Nebi ve peygamber sevgisi

Hz. Peygamber’e inanmak ve onu sevmek imanın temel şartlarından birisidir. Kur’an’ın ifadesine göre Hz. Peygamber en üstün ahlak sahibidir. Etrafına ışık saçan bir kandildir. Kendisine tabi olanları daima en doğruya götürür. Bütün insanlar için rahmet olarak gönderilmiştir. Allah’a ve ahiret gününe inananlar için en mükemmel bir örnektir. Hz. Peygamber, Allah’a gönülden bağlanmanın, onun emirlerini aşkla yaşamanın, insanların ızdırabına ortak olmanın, onlara sırf Allah rızası için yardım etmenin, yine onlara sırf insan oldukları için sevgi ve saygı duymanın, intikama muktedir iken affetmenin en güzel örneklerini göstermektedir. Hz. Peygamber’i sevmek, gerektiğinde onun yoluna malını ve canını seve seve verme ile olur. Ancak onu doğru bir şekilde tanımadan lâyıkıyla sevemeyiz. Onu doğru şekilde tanımak; onun yolundan gitmek, onun sevdiklerini sevmek, onun bize emanetleri olan başta Kitap ve sünnet olmak üzere bütün değerlere saygı duymak ve sahip çıkmaktır.


8 Batıl inanç ve hurafeler

Dinin aslında bulunmayan, birtakım yollarla sonradan dine sokulan ve dinî inançmış gibi telakki olunan söz, fiil ve davranışların tümü bid’at ve hurafe kapsamına girmektedir. İslam, sadece Allah’a kulluk etmeyi, O’na güvenmeyi ve yalnız O’ndan yardım dilemeyi emreder. Bunun yanında bütün batıl inanç ve hurafeleri reddeder. İnsanların bilgisizlik ve çaresizliklerini fırsat bilerek, duygu ve değerlerini istismar etmeyi büyük bir günah sayar. Gelecekten haber verme, kısmet açma, şans getirme, şifa dağıtma iddiasında bulunmak ve bundan yardım ummak İslam’ın özüne aykırıdır. Zira, gaybın bilgisi yalnızca Allah’a aittir. Her şeye gücü yeten yegâne kudret sahibi O’dur. Rabbimize iman ve tevekkül etmişken, umudunu fala bağlayıp geleceğini ona göre planlamak, büyü ve kehanetten medet ummak asla doğru değildir. Kötülüklerden koruduğuna inanarak bir boncuğu kutsal saymak, ağaca bağlanan çaputta, havuza atılan parada kısmet aramak yüce dinimizin yasakladığı davranışlardır.


 9 İlm-i Nücum

İlm-i nücûm, İslâm dünyasında astronominin karşılığıdır. En yaygın kullanımı ise ilm-i felek terimidir. İlm-i feleğin kesin bir tanımını yapamayan İslâm astronomları, Batlamyus döneminin Yunanlı bilginleri gibi sadece gök cisimlerinin hareketleriyle ilgilenmiş, görünen bütün durumlardaki hareketleri açıklamak için geometrik şekiller kullanmış ve bu şekiller yardımıyla yıldızların yerlerini istenilen her vakitte hesaplayabilmişlerdir. Farabi’nin verdiği bilgiye göre ilm-i nücûm adıyla anılan iki ilim bulunmaktadır. Bunlardan ilm-i ahkâm-ı nücûm yıldızların zaman içinde olmuş ve olacak hadiseler hakkında verdiği işaretlerin yorumlanmasını amaçlar; ilm-i nücûm-i ta‘lîmî adıyla anılan ikincisi ise asıl matematiksel astronomidir. İlm-i ahkâm-ı nücûm rüya tabiri, uğursuz olduğuna inanılan bazı olayları yorumlamak ve geçmiş hadiselerden geleceğe dair gizli anlamlar çıkarmak gibi yöntemlerle gelecekte vuku bulacak hadiselere karşı insanları uyarma sanatından ibarettir.


10 Musibetlerden korunmak için dua

“Musibet” baş ağrısından sel felaketine varıncaya kadar insanın canına, malına, işine, eşine, evine ve çocuklarına isabet eden ve insanı üzen her şeydir. Peygamber Efendimiz; “Derde düşmüş birini gören kimse ‘Beni, seni müptela kıldığı şu şeyden esirgeyen ve beni yarattıklarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun’ derse, o belâ ona sirayet etmez” buyurmuştur. Dua, dertlere deva bulmak, her türlü kötülükten korunmak, görünür-görünmez musibetlerden uzak olmak için kulun Rabbine ilticasıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz Rabbine şöyle sığınırdı: “Allah’ım! Acizlikten, tembellikten, cimrilikten, korkaklıktan, ihtiyarlıktan ve kabir azabından sana sığınırım. Allah’ım! Nefsime takvayı nasip et ve onu arındır; onu en iyi arındıracak olan sensin. Onun dostu ve velisi sensin. Allah’ım! Huşû duymayan kalpten, doymayan nefisten, fayda vermeyen ilimden ve kabul olunmayan duadan sana sığınırım.”


11 Mücevherlere sahip bir fakir: Ebu Hureyre (r.a)

Medine’de, Peygamber Mescidi’nin hemen bitişiğinde, üzeri hurma dalları ile örtülü bir gölgelik… Ve bu gölgeliği yuva bellemiş bir garip yürek… Ne ailesi ne malı vardı onun, tek sermayesi Allah ve Resûlü’ne duyduğu derin muhabbetti. Bu muhabbet onun için dünya ve içindeki her şeyden daha değerliydi. Ebû Hüreyre, Yemen’den gelip de Peygamberine iman ettiğinden beridir onsuz geçen yıllarına hayıflanarak, onsuz geçen zamanların adeta acısını çıkararak hiç yanından ayrılmadı çok sevdiği Resûlü’nün. İslam’dan uzak kaldığı yıllarını telafi etmek için gecesini de gündüzünü de bu yola adadı. Nebi’nin (s.a.s.) her bir meclisine katılır, her bir sözüne dikkat kesilir ve ilgiyle onu dinlerdi. Dinlemek, onun için kulaktan gönle giden esaslı bir işti. Kulağından giren ve Nebi’ye (s.a.s.) ait olan her bir söz, bir anda adeta bir mücevher olur ve mahfazasında korunurdu. İşte bu mücevherleri korumaktı onun yegâne meşgalesi. Böylelikle o, aslında mücevherlere sahip bir fakirdi.


12 Mezar yaptırmanın ve mezar taşlarına yazı yazdırmanın hükmü nedir?

Kaybolmalarını önlemek üzere, gösteriş ve israftan uzak kalarak kabir yapılmasında, mezarların başuçlarına, üzerinde ölenin kimliğini belirleyen ifadelerin yer aldığı sade bir taş ve benzeri levhaların yerleştirilmesinde dinen bir sakınca yoktur. Sahabilerden Osman b. Maz’ûn (r.a.) ölünce cenazesi o günkü Medine’nin dışında gömülmüştü. Resûlullah (s.a.s.) Osman’ın mezar yerini belli edecek bir taş istemiş ve getirilen taşı mezarın başına koyunca, “Bununla, kardeşimin kabrini işaretliyorum, ailemden ölenleri bunun yanına defnedeceğim.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 63) buyurmuştur. Ancak kabirlerin bir iki karıştan yüksek yapılması, üzerlerine bina veya kubbe inşa edilmesi; kabir taşlarına kimlik bilgilerinin ötesinde aşırı övgü sözlerinin; ölümden ve kaderden şikâyet eden ifadelerin yazılması uygun görülmemiştir.


13 Bütün günahları bağışlayan: El-Gafur

Gafûr kelimesi sözlükte birinin kusurunu örten, suçunu bağışlayan anlamına gelir. Gafur olan Rabbimiz dilediği zaman hataların üstünü öyle örter ki hatayı işleyenin kendisine bile unutturur da kişi Rabbinin huzuruna vardığında yapıp ettiklerinin fecaatinden mahzun olmaz. Hatta bu unutturulma sayesinde kendi vicdanı karşısında hissedeceği ezikliği dahi yaşamaz; o günahı hiç işlememiş gibi olur. Hayatından izi ve tesiri silinir. Gafur ismi, Kur’an-ı Kerim’de en çok Rahîm ismiyle birlikte geçmektedir. 73 yerde bir arada gördüğümüz bu iki isim kusurları örtmenin merhametle birlikte olduğunda kemal ifade ettiğini gösterir. İslam’da insan için asl olan günahkârlık olmadığı hâlde Kur’an’da yüzlerce yerde vurgulanan mağfiret talebinin sebebi hayata günahsız başlayıp kemale ulaşması beklenen insanın bu kemal vasıfları edinme yolunda geri kalışlarını telafi etmek içindir. Bu nedenle mağfiret temennisi olan tövbe-istiğfar aynı zamanda bir yükseliş vesilesidir.


14 Faizin toplumsal zararları

Faiz, borç verilen bir parayı veya malı belli bir süre sonunda fazlasıyla geri almaktır. Borçlunun ödemek zorunda kaldığı hak edilmeyen fazlalıktır. Alın teri dökmeden, emek sarf etmeden kazanç elde etmektir. Dara düşmüş, zorda kalmış kişilerin bu hâllerini fırsata çevirmektir. İslam faizin her türünü kesin olarak haram kılmıştır. Faizli işlemleri en büyük günahlardan saymıştır. Faiz, yalnızca malın değil, aynı zamanda ömrün de bereketini azaltır. Faiz yüzünden ortaya çıkan nice iflaslar, intiharlar, dağılan aileler, heba olan hayatlar vardır. Faizin yaygın olduğu toplumlarda dar gelirliler ve yoksullar ezilir. Zenginle fakir arasındaki uçurum gittikçe derinleşir. Allah rızası için borç verme, yardımlaşma, sevgi, merhamet, ihsan ve infak gibi erdemli davranışlar ortadan kalkar. Dinî ve ahlaki değerler örselenir. Helal haram duyarlılığı zayıflar. Nihayetinde meşru olup olmadığına bakmaksızın kazanç elde etmeye çalışmak, toplumda büyük huzursuzluklara sebep olur.


15 Mahşer

Öldükten sonra dirilen insanların toplanacağı yere mahşer denilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bildirildiğine göre; Allah’ın insanları mahşerde topladığı gün, insanlar dünyada gündüzün bir saati kadar kaldıklarını zannedecektir. (Yûnus 10/45) O gün mücrimlerin gözleri korkudan gömgök olacak, (Tâhâ 20/102) kör, dilsiz ve sağır bir hâlde yüzükoyun haşredilecek, (Tâhâ 20/124-125) bakışları perişan bir hâlde, dağılmış çekirgeler gibi kabirlerinden çıkıp çağırana doğru koşacaklar, (el-Kamer 54/7-8) kâfirlerin yüzleri siyah ve kederli, müminlerinki ise parlak ve sevinçli olacaktır. (Âl-i İmrân 3/106-107; Abese 80/38-43) Hadis rivayetlerinde ise mahşerin dümdüz bir yer olacağı, insanların çıplak, yalın ayak, sünnetsiz ve beden yapıları bakımından kusursuz olarak haşrolunacakları, mahşer yerinde beklerken güneşin yaklaşacağı ve terleyecekleri, insanların yaya, binitli veya yüzüstü sürünerek toplanacakları, bazılarını arkalarından bir ateşin kovalayacağı haber verilmektedir.


16 Bir iş ve görevde başarı ve sebat duası

Bir insanın teşebbüs ettiği işte ve başladığı görevde başarılı olabilmesi için öncelikle çalışması gerekir. Bununla birlikte Allah’tan samimiyetle yardım istemesi gerekir. Bu itibarla her işe e’ûzü besmele ile başlanır. Peygamberimiz bir iş yapmak istediği zaman “Allâhümme hır lî vehter lî” (Allah’ım! Bu işi bana hayırlı kıl ve bu işi bana nasip eyle!) diyerek dua ederdi. Peygamberimizin sahabeye öğrettiği şu dua okunarak da Allah’tan yardım istenebilir: Allâhümme innî es’elüke’s-sebâte fi’l-emri ve es’elüke ‘azîmete’r-ruşdi. Ve es’elüke şükra ni’metike ve husne ‘ıbâdetike. Ve es’elüke lisânen sâdikan ve kalben selîmen. Ve e’ûzü bike min şerri mâ ta’lemü. Ve es’elüke min hayri mâ ta’lemü. Ve estağfiruke mimmâ ta’lemü. İnneke ente ‘allâmü’l-ğuyûb"
Anlamı:
Allah’ım! Senden dinde sebat etmeyi ve doğruluğa azmetmeyi istiyorum. Nimetine şükretmeyi ve sana güzel bir şekilde ibadet edebilmeyi istiyorum. Doğruyu konuşan bir dil ve eğriliklerden uzak bir kalp diliyorum.

17 Sünnete hizmetin öncülerinden: Ümmü Atıyye El-Ensariyye (ra)

Ümmü Atıyye künyesiyle meşhur olan Nüseybe bint Hâris; hicretten sonra Resûlullah’a biat eden Medineli hanımlardandı. Ümmü Atıyye, Resûlullah (sas) ile birlikte yedi gazveye katıldı. O, hanımların cenaze hizmetlerinde ilk akla gelen isimlerden biriydi. Allah Resûlü’nün kızları Zeyneb ve Ümmü Gülsüm’ün teçhiz ve tekfin işlemlerinde görev almış ve bu konudaki uygulamaları bizzat Resûlullah’tan öğrenmişti. Basra’da hastalanan ve vefat eden oğlunun cenazesine yetişemeyen Ümmü Atıyye, Allah Resûlü’ne verdiği sözü tuttu ve bu acı karşısında asla isyan etmedi. Sonrasında Basra’da kalan Ümmü Atıyye ilim önderlerinin yetişmesine katkıda bulundu. Onun naklettiği rivayetler hanımlarla ilgili meselelere ve cenazeyle ilgili pek çok hususa ışık tuttu. Zekât malına dair naklettiği bir hadis de fıkıh kaidelerine kaynaklık etti. Bu güzide hanım, Allah Resûlü’nden aktardığı yüz kadar hadisle sünnetin nesiller boyu yaşatılmasına ve farklı coğrafyalara yayılmasına öncülük etti.


18 El-Âzim: Ululardan ulu azamet sahibi

Bu ism-i şerif insan akıl ve kavrayışının ötesinde bir ululuğu, bizim “muazzam” dediğimiz her şeyi yaratan, bildiğimiz bütün ululukların yoktan var edicisi Yüce Allah’ın azametini ifade eder. Allah (cc) emirlerine karşı gelinmeyen, âciz bırakılamayandır. Hakiki büyüklük Allah’a mahsustur. Yerde, gökte ve varlıklar içinde mutlak ve kusursuz büyüklük ancak O’nundur ve her şey O’nun büyüklüğüne şahittir. İnsan vücudunun aslı olduğu için kemiğe “azm” denir. Allah (cc) da tüm varlığın esası ve temelidir. Vâkıa suresinde neredeyse baştan sona kadar Rabbimizin kâinatın işleyişindeki güç ve azameti anlatılır. Surenin “O hâlde Azîm olan Rabbinin adını tespih et!” ifadesiyle sona ermesi de bunca nimetlere şükredebilmek için Rabbimizi Azîm sıfatıyla zikretmemiz gerektiğini bize hatırlatır. Bu emrin gereği olarak Efendimiz (sas) namazda rükû tesbihlerinde “sübhane rabbiyel azîm” dememizi tavsiye etmiş, böylece bu şükrü günlük ibadetlerimizin bir parçası hâline getirmiştir.


19 Can boğazdan gelir

İnsanın yiyeceğine önem vermesiyle güçleneceğini veya yemeden yaşamanın mümkün olmayacağını anlatmak için “can boğazdan gelir ya da geçer” deriz. Sağlığımız için gerekli besinleri vaktinde ve yeterince almamız hayati önem taşımaktadır. Bu atasözünü de bu meseleyi önemsiz gören insanları uyarmak için kullanırız. Sağlıklı ve dengeli beslenmenin ölçüsü, vücudun gereksinim duyduğu gıdaları yemektir. Elbette yemek yerken vücut buna gereksinim duyuyor diyerek tıka basa yemek yemek de doğru değildir. Her ne kadar can boğazdan gelse de aynı canın boğazdan çıktığını da unutmamak gerekir. Burada önemli olan Allah’ın helal ve temiz kabul ettiği şeylerden yemek ve israfa kaçmamaktır. Allah (cc) aşırılıktan uzak duran, ölçüyü kaçırmayan ve haddini aşmayan kullarını daha çok sever. O hâlde bu sevgiyi kazanmak için sadece bedenimizi beslemeyelim. Ruhumuzun gıdası olan namaz, oruç gibi ibadetleri emredildiği şekilde yapalım ki beden ve ruh sağlığımız bozulmasın. Sofralarımız zengin, gönüllerimiz engin olsun.


20 Münker ve Nekir'in kabirde soracağı sorular

Münker ve Nekir “tanınmayan, şiddetli ve korkulu olan” demektir. Berzah âleminde insanları sorguya çekecek olan iki meleği ifade eder (Tirmizî, “Cenâʾiz”, 70).Hadis kaynaklarında Allah’ın iman edenleri kararlı bir beyan ve tutumda hem dünyada hem âhirette sabit kıldığını anlatan âyet (İbrâhîm 14/27) kabirde müminlerin Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed’in (s.a.s.) O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik etmesiyle ilgilidir (Buhârî, “Cenâʾiz”, 87).İki meleğin ölen insanları sorguya çekeceğine dair açık bilgiler hadislerde mevcuttur.Ölü kabre konulduğunda cenazeye iştirak edenler henüz ayrılmayıp ayak seslerini işittiği bir sırada iki melek gelerek ona, “Muhammed (s.a.s.) hakkında ne diyorsun?” diye sorarlar.Müminin, Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın kulu ve elçisi olduğu yolunda cevap vermesi üzerine melekler, bu şehâdetinden ötürü cehennemdeki yerinin cennetteki bir yerle değiştirildiğinin müjdesini verirler.Bazı rivayetlere göre meleklerin soruları, “Neye tapıyordun, rabbin ve peygamberin kimdir, dinin ve amelin nedir?” şeklinde olacaktır (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 27).


21 Güvenli bir hayat için afetlere hazır olalım

Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz.Dünyada çeşitli imtihanlara tabi tutulmaktayız.Kimi zaman yaşanan afetler tabiatı alt üst etmekte, insanların hayatını acı bir şekilde etkilemektedir.Deprem, sel, heyelan ve yangın gibi nice afet, can ve mal kaybıyla sonuçlanmaktadır.Tabiatın muhteşem uyumu ve dengesi, Allah’ın hükmüne ve kanunlarına bağlıdır.Düzene sokulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk yapan, tabiata sorumsuzca müdahale eden, kendi menfaati için ormanları kesen, suyu ve havayı zehirleyen, toprağı kurutan insanoğlu, yeryüzünde dengeleri bozmaktadır.Afetlerin kötü neticelerinin önemli bir kısmı insanoğlunun kendi hata ve ihmalleri sebebiyledir.Ancak doğal afetlere karşı insan olarak üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmemiz gerekmektedir.Allah’ın koymuş olduğu tabiat kanunlarına riayet ederek dere yatağına bina yapmamak, binaları gerekli sağlamlık ve teknolojik donanımla inşa etmek, ilk yardım eğitimi gibi tedbirleri almalıyız.Maddi ve manevi sebeplerin tamamına başvurduktan ve sorumluluğumuzu yerine getirdikten sonra Rabbimize tevekkül etmeliyiz.


22 Üzeyir Aleyhisselam

Üzeyir’in (a.s.) peygamber olup olmadığı konusunda İslâm âlimleri arasında farklı görüşler vardır.İbn Kesîr, Üzeyir’in peygamberliğine dair görüşün İslâm âlimleri arasında yaygın olduğunu aktarır. Buna göre Üzeyir, Dâvûd ile Süleyman veya Zekeriyyâ ile Yahyâ (a.s.) arasında yaşamıştır.İslâm âlimlerinin bir kısmına göre Üzeyir (a.s.) kaybolan Tevrat’ı yeniden ortaya çıkardığı için Yahudiler onu Allah’ın oğlu kabul etmişlerdir. Tarihçiler Kur’an’ın indiği dönemdeki Hicaz bölgesi Yahudilerinde Üzeyir’in Allah’ın oğlu olduğuna dair bir inanç olduğunu ve Hicaz Yahudilerinin de diğer Yahudiler gibi bir kurtarıcı mesîh beklentisi içinde olduklarını aktarmaktadır. Ancak Yahudilerin mesîh olduğunu iddia ettikleri bu kişi için “Tanrı’nın yardımcısı” anlamında İbrânîce Azaryahu veya Ozer dediklerini nakletmektedir. Bu kelimeler Arapça’ya Üzeyir şeklinde geçmiştir. Buna göre Tevbe sûresindeki (9/30) uzeyr kelimesi bir isim değil mesîhe verilen bir unvandır şeklinde düşünülebilir.Üzeyir unvanındaki bu mesîhin ise İdris Peygamber (a.s.) olarak bilinen Enoh olduğu görüşü ağır basmaktadır.


23 İncelikle lütfeden: El-Latîf (c.c)

Rabbimizin kudretine iman, ihsanına güven ve nezaketine şükran duymamızı telkin eden isimlerindendir.Her şeyden haberdar ve sınırsız lütufkâr olandır el-Latif.O bizim bile anlayamadığımız en derin duygularımızı anlar, en gizli dertlerimizi bilir ve lütfedeceği zaman nezaketle lütfeder.O’nun her derdimizi bildiğine, istediğinde istediği nimeti zarifçe verebileceğine inanmanın verdiği huzur da O’nun ikramıdır. Rabbine karşı iç dünyasını temizleyen kişi herkes için iyilik düşünür.Bu ismin tecellisiyle ahlakını süsleyenler iyilik yaparken hissettirmeden, başa kakmadan ve gönül incitmeden yaparlar.Allah’ın kullarına şefkatle davranır, insanları Allah yoluna davet ederken nezaket ve letafetle hareket ederler. İnanmış kişiler kahırlarda gizlenmiş lütufları görür, şerden hayırla çıkmayı bilirler.Yusuf Kıssası’nın sonunda Hz. Yusuf bütün olumsuzluklardan sonra erişilen güzel sonucu Latif ismiyle ilişkilendirmiştir(Yusuf, 12/100.).Mekke döneminin en zor günlerinde inen bu sure müminlerin kalbine Allah’tan ümit kesilmeyeceğini nakış nakış işlemiştir.


24 Rabbinin tasdikiyle müjdelenen genç: Zeyd b. Erkam (r.a)

Uhud Gazvesi’nde on üç yaşından küçük olduğu için Hz. Peygamber’in savaşa katılmalarına izin vermediği çocuklar arasındaydı. Medine’de 612 yılında doğmuştur. Hazrec kabilesinden olup ensarın meşhurlarındandır. Hz. Zeyd, Benî Mustaliḳ veya Tebük Gazvesi’nde Abdullah b. Übey b. Selûl’ün, “Muhammed’in yanındakilere yardım etmeyin ki dağılıp gitsinler; eğer Medine’ye dönersek güçlü olanlar zayıfları oradan çıkaracak” dediğini işitmiş ve bunu amcası vasıtasıyla Hz. Peygamber’e bildirmişti.O da önce Zeyd’i çağırıp bu haberi kendisinden dinlemiş, ardından Abdullah b. Übey b. Selûl’ü huzuruna getirterek ona ve arkadaşlarına bu sözleri söyleyip söylemediklerini sormuş, onların Allah adına yemin ederek böyle bir şey söylemediklerini ifade etmeleri üzerine Hz. Peygamber onları haklı bulmuş, bu durumda Zeyd yalancı durumuna düştüğünden kavmi tarafından kınanmıştı.Zeyd buna çok üzülmüştü.Ertesi gün münafıkların o sözleri söylediklerini beyan eden âyetler (el-Münâfikūn 63/7-8) nâzil olunca Hz. Peygamber, Zeyd’e, “Allah senin doğru söylediğini bildirdi ey Zeyd!” diyerek ona müjde vermişti.


25 Zorluklarla karşılaşınca yapılacak dua

Dua mümine güç, kuvvet, dayanma ve başarma azmi verir. Yalnız olmadığını, kendisini duyan ve gözeten Rabbini hatırlatır. Dua; kulun ümididir. Rabbine bağlılığının en güzel ifadesidir. Dua sıkıntı, bela ve olumsuzluklardan kurtuluş, ebedî bir huzurdur. Dua, âciz ve sınırlı olan kulun sonsuz kudret sahibi Allah ile kurduğu bağdır, manevi bir köprüdür. Kul dua ile rahmet kapılarını çalar. İnsan hayatı boyunca pek çok zorlukla karşılaşabilir. Müslüman zorluklar karşısında her türlü maddi çarelere başvurmalı, tahammül ve sabır göstermeli, gerektiğinde dostlarından yardım istemeli, zorlukların üstesinden gelebilmek için de Allah’a (cc) dua etmelidir. Sahâbeden Enes’in (ra) rivayetine göre Peygamberimiz (sas) zorluklar karşısında şöyle dua ederdi: “Allah’ım! Senin kolaylaştırdığından başka kolay yoktur. Ancak Sen istersen zoru kolaylaştırırsın.” (İbn Hibbân, Ed’iye, No: 974)


26 Nazardan korunmak (Rukye)

Arapça asıllı bir kelime olan “nazar”, “bakış ve görüş” anlamına gelir. Türkçede “göz değmesi veya bakmak suretiyle maddi ve manevi bir etki meydana getirmek” anlamında kullanılmaktadır. Rukye ise hastalık ve kötülüklerden korunmak veya kurtulmak amacıyla dua okuyup üflemektir. Günümüzde de müspet ilimler, insan gözünün bazı zararlı ışınlar yaydığını ve bunun insanlar üzerinde olumsuz etkiler meydana getirdiğini ortaya koymuştur. Müslümanlar beğendikleri bir şeye nazar değmemesi için Allah’a dua etmelidir. Resûl-i Ekrem Efendimiz “(Nazardan) Allah’a sığının. Çünkü göz değmesi gerçektir.” (İbn Mâce, Tıb, 32) buyurmuştur. Peygamberimiz bizlere rukye yapmayı da tavsiye etmiştir. Kendisi de rukye yapan Peygamberimiz (sas): “Kim hoşuna giden bir şey görür; “Mâşâallâhu lâ kuvvete illâ billâhi lem yedurrahu” “Allah’ın dediği olur. O’ndan başka kuvvet ve kudret sahibi yoktur.” derse, o kimseye hiçbir şey zarar vermez.” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, 90, No: 4370) buyurmuştur.

27 Tevbe ve istiğfar için namaz gerekir mi?

Tövbe; kulun işlediği bir günahtan pişmanlık duyarak bir daha işlemeyeceğine dair Yüce Yaratıcı’dan af dilemesidir. İstiğfar ise günahların Allah tarafından bağışlanmasıdır. Günahlar, Allah’ın rızası ile kul arasında perdedir. Bu perdenin kalkması, kişinin yapacağı tövbeye bağlıdır. Tövbe etmek için mutlaka günah işlemiş olmak gerekmez. Hz. Peygamber (sas), işlediği ve işleyeceği hataların affedilmiş olduğu kendisine bildirildiği hâlde çok tövbe eder ve Allah’tan bağışlanma dilerdi. O bu tutumuyla da müminlere örnek olmuştur. Dua ve tövbelerin kabul göreceği bildirilen özel zamanlar vardır. Namazlardan sonraki vakitler de bunlardandır. Bu sebeple işlediği belli bir günaha ya da günahlarına tövbe etmek isteyen kimse iki rekat namaz kılar ve ardından dua ve tövbe eder, bağışlanma diler. Hz. Peygamber (sas); “Bir kul günah işler de sonra kalkar, güzelce abdest alır ve iki rekat namaz kılar; Allah’tan bağışlanma dilerse, Allah onu bağışlar.” (Tirmizî, Salât, 294) buyurmuştur.


28 Emziren anne hamile kalırsa bebeği emzirmeye devam edebilir mi?

Böyle bir durumda emzirmeye devam etmeyi ya da sonlandırmayı emreden herhangi bir ayet veya hadis yoktur. Bu mesele dini olmaktan çok tıbbi bir meseledir. Bugünkü tıbbi verilere göre hamilelik sürecinde anne sütünün kalitesi azalmakta ve annenin emzirme sebebiyle direnci düşmektedir. Emzirme döneminde hamile kalınması tıbben arzu edilen bir durum olmamakla birlikte bu durum emzirmenin sonlandırılması için bir neden değildir. Bu konuda annenin sağlığı ve bebeğin anne sütüne olan ihtiyacı belirleyicidir. Hz. Peygamber “Hamile hanımların emzirmeyi bırakmalarını emretmeyi düşündüm. Fakat Rumların ve Fârisîlerin emzirmeye devam ettiklerini ve bunun hamileliklerine zarar vermediğini öğrenince bundan vazgeçtim.” demiştir. Buna göre; hamile bir kadının çocuğunu emzirmeye devam etmesi dinen yasak değildir. Ancak tıbbi veriler bunun zararlı olduğunu ortaya koyarsa bu durumda bu verilere itibar edilir.


29 İki bayram arası nikah

Ülkemizin bazı yörelerinde, Ramazan ile Kurban Bayramları kast edilerek “İki bayram arasında düğün yapılmaz ve nikâh kıyılmaz.” denilmektedir. Bu sözün dinî yönden hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Bu, İslâm'dan önce Cahiliye Araplarında yaygın inanıştı. Onlar, Ramazan'dan sonra başlayan Şevval ayında evlenmeyi uğursuzluk sayar, düğünlerini başka bir tarihte yaparlardı. Her Cahiliye âdetinde olduğu gibi, bu âdeti de bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.s.) yıkmış, geçersiz kılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Âişe (r.anhâ) iki bayram arasında yer alan Şevval ayında evlenmişlerdir (Müslim, Nikâh, 73). Şartlar ve imkânlar müsait olduğu zaman senenin bütün günlerinde ve günün her saatinde düğün yapılabilir, nikâh kıyılabilir. Yani nikâh için belli bir zaman ve vakit yoktur. Bu sebeple iki bayram arasında düğün yapmakta ve nikâh kıydırmakta dinimiz açısından hiçbir sakınca bulunmamaktadır.


30 Gazali'nin İslam ahlak düşüncesindeki yeri

Gazali İslam düşünce tarihinde önemli bir yere sahiptir. Gazali’nin ahlak hakkındaki en önemli eseri İhyâü ulûmi’d‐dîn’dir. Ancak adından da anlaşılacağı üzere eser sadece ahlak kitabı olmayıp, ahlakın yanında tasavvuf, kelam ve fıkıh konularını da ihtiva etmektedir. Gazali’nin İhya’sında ve diğer eserlerinde sergilediği ahlak anlayışı tasavvufî özellik taşır. Bu tasavvufî ahlak telakkisi İslam ahlakından ve Hz. Peygamberin yaşadığı Kur’an ahlakından farklı bir şey değildir. Gazali’ye göre ahlak, insanı yaratılış gayesine uygun hâle getirir. Din ve ahlak aynı gayeye yönelirler. Bu sebepten dini ahlaktan, ahlakı dinden ayrı düşünmek mümkün değildir. İslam dini, insan hayatının her sahnesine nüfuz eder. Allah düşüncesinden kaynaklanan her fiil, gerçekleştiği an ahlakî bir davranış olur. Bu nedenledir ki İhya kitabında inanç ve ibadet bütünlüğünü vurgular. Gazali’nin ahlak telakkisi Kur’anla aydınlanmış, akılla yönlendirilmiş, felsefî temelli bir ahlak anlayışıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder